top of page

Duyurular

Yarım Asra Bir Kala

Bugün benim yaş günüm. Ne mutlu ki, yarım asra dayanan bir zaman dilimini yaşama şansına eriştim. Tamı tamına kırk sekiz dünya yılı yaşadım. Bu gün itibariyle kırk dokuz yaşımdan da gün almaya başladım. Yirmili yaşlarımda yaş günleri benim için daha çok kutlama ve eğlence anlamına geliyordu. Kırklı yaşlarımın sonlarını yaşadığım bu günlerde ise, yaş günü benim için eğlenmek ve hediye almaktan çok daha öte, bana verilen en büyük hediyeyi, hayatın kendisini değerlendirmek açısından anlamlı gözüküyor. Bu güne dek yaşadıklarımı değerlendirip onlardan bir anlam, bir ders çıkartmak için oldukça uygun bir zaman.

Her şeyden önce, bu yaşa kadar çok önemli bir sağlık sorunum olmaksızın yaşayabilmiş olmanın büyük bir nimet olduğunu kabul etmek ve bunun için minnettar hissettiğimi söylemek istiyorum. Yaşadıklarımdan ne ders çıkarttığımın hesabını yaparken bu hayatta kendi adıma birçok açıdan şanslı olduğumu söylemek zorundayım: Eğitim alma hakkına eriştim. İstediğim mesleği yapma hakkına eriştim. Bunların bir insanın zaten en doğal hakları olduğunun bilincindeyim. Ama bu hakları engellenmiş olan yüzbinlerce insanla, en çok da kadınla aynı dünyada yaşıyor iken, bu konuyu anmadan geçmemin haksızlık olacağı düşüncesindeyim. Bugün hala sevdiğim bir işi yapıyorum ve çok özel ruhları olan iki çocuğa hayat yolculuklarında eşlik etme şansına kavuştum.

Yarım asra bir kala dönüp baktığımda kendi doğrularıma büyük ölçüde sadık bir ömür sürdüğümü görüyorum. Bu bana bir iç huzuru veriyor. İnsanları kendi çıkarlarım için kullanmamaya azami özen gösteren birisi olarak yaşamaya çalıştım. Karşı tarafın buna gönüllü olduğunu açıkça gösterdiği ve hatta söylediği durumlarda bile insanları kendi çıkarlarım için kullanmamaya her daim gayret ettim. İyi ki de öyle yapmışım. Keza, başkalarının acı deneyimlerinden şahit olduğum kadarıyla, bedava peynirin sadece fare kapanında olduğunu bugün daha iyi görüyorum. Tam da bu yüzden kendimle barışık olduğumu itiraf etmek zorundayım.

Bu yaşa dek hayatta neyi ne kadar doğru yapabilmiş olduğumun kararını elbette başta en yakınımdakiler olmak üzere bir şekilde hayatına dokunmuş olduğum herkes kolektif biçimde verecektir. Ama biliyorum ki gayretkâr bir hayat sürdüm ve bütünsel bir bakışla davranışlarımın merkezine hep iyi niyetimi koyarak yaşamayı şiar edindim. Umarım bundan sonra da vicdanımı rahatsız edecek olayların bir parçası olmak zorunda kalmam. İçinden geçerek ilerlediğim bunca zaman içinde yorgun hissettiğim çok olmuştur. Ancak çalışmanın verdiği yorgunluğun çok güçlü bir hazzı da içinde barındırdığını söylemem gerek. Elbette çok eksiğim olmuştur fakat kendi adıma z raporunu alınca görüyorum ki elimden gelenin en iyisine gayret ettim. Aslına bakarsanız, sadece bu bile kendimle barışık yaşamamın sebebidir.

Bir yaşa gelince, mutlu musun sorusuna verilecek cevabın da farklılaştığını görüyorum. Gençlik dönemimden farklı olarak bu yaşlarımda, hayatta vermenin almaktan üstün olduğunu ve yaşam doyumunun bireysel mutluluklarla değil kolektif mutluluklarla çok daha ilişkili olduğunu daha iyi anlıyorum. Prof. Dr. Türker Kılıç, bu durumu “Bağlantısal bütünsellik” kavramı ile açıklıyor. Bağlantısal bütünsellik, hayatın insanın hizmetine sunulmuş bir şey olmadığını, tam aksine insanın hayatın hizmetine sunulmuş bir varlık olduğunu vurguluyor. Tam da bu nedenle olsa gerek, insan hayatı tıpkı göle atılan bir taş gibi. Merkezde siz varsınız ama başta en yakınınızdakiler olmak üzere sonuç olarak herkese ve yaşamın ta kendisine fayda sağlayacak bir yaşam biçimini benimsemenin kendime ve bu hayata yapılabilecek en büyük iyilik olduğunu düşünüyorum.

Yaşamdan duyduğunuz doyum elbette sadece kendi varlığınızla ve gerçekleştirdiklerinizle ilgili değil. En yakınınızdaki yetişkinlerin duruşu da hayat doyumunuzda çok etkili. Tam da bu sebeple bu gönderiyi okuyan eski yeni tüm öğrencilerime yakın çevrelerini, arkadaşlarını eş dostlarını doğru kişilerden oluşturmalarının ne kadar önemli olduğunu vurgulamak isterim. Unutmayın, hayatta yalnız doğarız, yalnız ölürüz ama birlikte yaşarız. Bunun için elbette önce kendinizi ve doğrularınızı netleştirmelisiniz. En basitinden ne önerirsiniz diyecek olursanız, yalan söylemeyi alışkanlık edinmiş insanlardan uzak durun. Yıllar içinde öğrendim ki akli melekeleriniz ne kadar yerinde olursa olsun eğer iyi niyetli bir insansanız karşı tarafın niyetlerini göremeyebilirsiniz. Ben insanların çok saf gözüküp çok kurnaz olduklarına şahit oldum,  bu canımı çok acıttı. Öyle ki, ağzıma değil ama ruhuma bir acılık yerleşti. Bu süreçte Allah iyi insanlarla karşılaştırsın duasının ne kadar kıymetli olduğunu öğrendim. Allah affetsin kandırıldım dediğimi sanmayın sakın,  en bilge öğretmene, yaşamın kendisine bu kıymetli ders için minnettarım diyorum. Yine çocuklarıma ve gençlere verebileceğim en kolayından bir diğer tavsiye de şudur ki, hayatta bir yerlere birilerinin desteğiyle gelen kişilerden uzak durun. Bu kişiler hele bir de özgüvensiz iseler mutlaka uzak durun. Onurunuzu ve şerefinizi lekelemekten zevk alabilirler. Hocalar uzattıkça uzatmayı, öğrenciler ise özet bilgiyi severler: Daha da özetini isterseniz, hayatta yalnızca kendi aklınıza ve çabalarınıza güvenin; bunun dışındaki hiçbir kişiden ve hiçbir şeyden beklenti içine girmeyin.

Kırk sekiz yılı sağ salim devirdim devirmesine, kendi adıma başarılı sayılabilecek bir yaşamım da oldu ancak çocukları ve kadınları kendi kişisel malıymış gibi algılayan bir toplumun içinde mutlu olmak ne derece mümkün, bence asıl bunu düşünmeliyiz. Ben bu ülkede yaşarken hiç tanıyamadığım çocukların ve kadınların her gün yasını tutuyorum. İçimden bazen ağlamak geliyor. Sadece kadınlar ve çocuklar sanmayın. Hayvanları hükmedebileceğimiz birer canlı varlık olmanın ötesinde yaşayan ve bizimle aynı dünyayı paylaşan, bu dünyaya eşit biçimde katkı sağlayan arkadaşlar olarak göremedikçe mutlu olmamız mümkün değil.

Şimdi durup kendime soruyorum, hayat sana koskoca kırk sekiz yıl verdi, peki sen yaşama ne sundun? Popüler kültür bize tam tersini öğretse de, hediye beklemenin değil hediye vermenin temel motivasyon olması gerekiyor. Mutlu eden tüketmek değil üretmek, almak değil vermek.  Mina Urgan’ın “Bir Dinozorun Anıları” adlı kitabında okumuştum, 1960’lı yıllarda hiç kitap yazmamış profesörler “kitapsız profesör” adıyla anılır ve bu ifade biraz da aşağılama amacıyla kullanılırmış. Hiç kitap yazmamış olan profesörleri ise artık neredeyse dövdükleri günümüzde, bu olgunun anlam olarak içinin boşaldığını ve asıl kitap yazmamış profesörlere biraz daha yakın gözle bakılması gerektiğini düşünüyorum. Günümüz profesörleri, bir bilgi ihtiyacına hizmet etmekten ziyade “kitabı çıkmış” birisi olmak için kitap yazıyorlar gibi geliyor bana. Gerçekten alandaki bir ihtiyacı karşılayacak bir kitap değilse ve içinde yeni bir bakış açısı yeni bir söz yeni bir perspektif yok ise; kitabının onu yazan (daha doğrusu derleyen) profesörden başka kimseye bir hizmeti yok ise kitap yazmanın da anlamlı olmadığını düşünüyorum. Mademki hayat bunca yıl içinde bana vermenin almaktan daha üstün olduğunu öğretti, ben de alandaki bir ihtiyacı gerçekten karşılayacağına inandığım bir kitap yazmayı kendime görev biliyorum. Olur da ömrüm yarım asra ulaşır ise benim de hayata ve bilimsel eserlerden faydalanmak arzusundaki insanlara bir armağanım olsun isterim. Bir de tabi unutmadan, hayat sana çok teşekkür ederim. 

Telefon

T: +90-462-377-72-95
F: +90-462-248-92-47

 

Beni Takip Edin

 

  • facebook
  • w-tbird

© 2013 by Çiğdem BAŞFIRINCI

bottom of page